İçinde bulundukları toplumsal yapı, insanlara mutluluk değil cefa sunmaktaydı. Hükümdarlar zorba, din adamları günahkâr, ticaret erbabı ise iliğine kadar yozlaşmıştı. Kadın kocasına, koca da karısına güvenememekteydi. Yoksullar, yetimler, köleler orada da sahipsizdiler.
Geçmiş yüceltilmekteydi… Çünkü ortalığı, korku, günah, savaş, sefalet ve dalkavukluk sarmıştı. Sümerler geçmişte kalan yaşamlarına özlem duymaktaydılar… Ve bu özlemlerini elimize ulaşan günümüzden 5000 yıl öncesine ait bir kırık tablette şu beyitlerle dile getirmekteydiler…
Eskiden yılanın olmadığı,
Akrebin olmadığı bir devir vardı.
Sırtlan yoktu, aslan yoktu.
Ne vahşi köpek vardı ne kurt;
Ne korku vardı ne dehşet:
İnsanın rakibi yoktu.
Eskiden, Şubur ve Hamazi ülkelerinin,
Bunca dilin konuşulduğu Sümer’in,
Tanrısal yasalı büyük prens ülkesinin, Güvenlik içinde dinlenen Martu ülkesinin,
Bütün evrenin, birlik içindeki halkların
Enlil’e tek bir dilde saygı sundukları bir devir vardı.
Ama sonra, efendi Baba, Prens Baba, Kral Baba,
Enki, Efendi Baba, Prens Baba, Kral Baba,
Öfkelenen Efendi Baba, öfkelenen Prens Baba,
Öfkelenen Kral Baba…”
***
Sümer şiirinde dile gelen geçmişe dair bu özlem, Uzak Doğu’da Leo Tzu tarafından kurulan Taoculuğun kuramsal boyutunun geliştirilmesinde etkin bir işlev yüklendiği anlaşılan Chang Tzu’nun dilinde şöyle ifadelendirilmekteydi;
“İnsanlar kumaş dokuyup giysi dikerlerdi, tarla sürüp ekmek yaparlardı kendilerine… Yaşamlarıyla uyum içindeydiler. Birlikteydiler; ne sınıflar, rütbeler vardı ne de düşman gruplar. Doğal bir huzur vardı her yerde. Bu yüce Te’nin her yerde egemen olduğu bir dönemdi… Tüm canlılar barışık yaşardı yan yana ülkelerinde… İyi ile kötüyü bilmezdi kimse o zamanlar”
***
Cevaben şöyle demişti;
Köyde gezinen tavukları resmeden bir fotoğraf göndermiştim…
“Toprağı ve eski sebzelerimizi ve tavuklarımızı elimizden alan şehirlere küskünüz. Ve elimizden alınan her şey bizi merhametli ve şefkatli yapan her şeymiş… Artık misafirlerimiz de yok… Dolayısıyla buruk tebessümler de… Bu resim bana kayıplarımızın son suz derinlikte olduğunu hatırlattı ve biz maalesef insanmışız gibi davranıyor ve zannediyoruz… “
***
Eskiden,
Doğa insanın sömüreceği bir alan değildi… Onun kopmaz bir parçasıydı. Gölleri, nehirleri, denizleri kirleten fabrikaların yerinde yeller esiyordu. Şelalelerin çırpıntılarına kuş cıvıltıları karışıyordu. Çayırlar cerenlerle çocukların oynama alanıydı.
Şehirler ve sokaklar kadına düşman değildi. Laf atmak yoktu, sarkıntılık yoktu, tecavüz yoktu, korku yoktu…
Ne korku vardı ne dehşet.
Ama sonra geldi, Efendi Baba, Prens Baba, Kral Baba…
Enki, Efendi Baba, Prens Baba, Kral Baba,
Öfkelenen Efendi Baba, öfkelenen Prens Baba,
Öfkelenen Kral Baba…