Hiç unutmam çocukluluk yıllarımın bir 23 Nisan Haftası’ydı. Öğretmen, bayram günü şiir okuyacak öğrencileri seçiyordu ve sıra bana gelmişti, beni de deneyecekti şiir okurken. Beğenirse 23 Nisan şiirlerinden birini bana okutturacaktı. Heyecanlıydım çünkü şiir okuyacaktım sınıfın huzurunda. Naylon beyaz ayakkabımla çıktım sınıfın huzuruna. İlk dizeyi büyük bir coşkuyla okudum meğer yağacak olan yağmurun şimşeğiymiş bu. “Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan” Tam ikinci dizeye geçmek üzereyken Umut’un: “Eee ayakkabısı yırtık!” demesiyle her şeyi unuttum. Elim ayağım birbirine dolandı. Diğer ayağımı yırtık ayakkabımın üstüne koydum ve şiiri öyle okumaya çabaladım. Olmadı; doluya koydum almadı, boşa koydum dolmadı. Daha da panikledim, herkes yırtık ayakkabıma bakıyordu ve bu da beni rahatsız ediyordu. Ve ben adeta tek ayaküstünde sanki cezalıymışım gibi durmaya çalışıyordum.

Naylondu ve beyazdı ayakkabım. Yırtılmıştı biri. Sağlam olanı yırtık olanın üstüne koydum. Bir mahcubiyet sorma! Çocuk aklı işte. Gözlerim doldu, nutkum tutuldu. Ayakkabımın yırtık olması değildi dünyamı başıma yıkan, arkadaşlarımın kalbimi yırtmasıydı bir bez parçası gibi.  Bakıp güldüler ayakkabıma. Zil takıp oynadılar. Gül koparıp incineyim diye attılar üstüme. Hiç kimseye kırılmadım ta ki onun bana güldüğünü görene kadar. Herkes gülebilirdi bana, kabul olurdu ama o gülmeyecekti.  Galiba insanı en çok sevdikleri kırıyor bu hayatta. Millet, bahçemdeki ağaçları sökse takmam ama o saksımdaki çiçeği koparsa kıyamet olur bana.  Millet, gözünü kapatıp beni görmezden gelse ciddiye almam ama o bana bir yan bakış fırlatsa kırılırım.

O dakikadan sonra değil sınıftakilerin okuldakilerin de ayaklarıma baktığını düşünmeye başladım. Hatta okulun bulunduğu mahallenin, şehrin tamamının… Kuşların ötüşünü dahi buna yorumluyordum: ayakkabımın yırtık oluşuna… Çiçeklerin açışını, rüzgârın esişini… Sanki herkes ve her şey ayakkabıma bakıyordu. Yolda yürürken bir sakız ayakkabınızın altına yapışır ya ondan sonra bir türlü sökülüp atılmaz, işte “ayakkabısı yırtık” bakışı da yapışıp kaldı bir sakız gibi aklıma. Sağımda solumda, önümde ardımda kim ve ne varsa sanki yırtık ayakkabıma bakıyordu. Bir araba geçti o an yanımdan. Arabadakiler ayakkabıma bakıyordu, eminim! Karşı apartmandakiler de penceredeydi. Benim için çıkmışlar pencereye. Şu bahçedeki adam da çiçekleri sulamayı bırakmış gözlerini ayakkabıma dikmişti nedense! Bakkalın çırağı elindeki poşetlere değil de ayakkabıma bakıyordu. Kahvenin önünden geçiyordum, istisnasız kahvedekilerin hepsi ayakkabıma bakıyordu. Binlerce göz, kirpiğini dahi kırpmadan ayakkabıma bakıyordu. Aklımı oynatacaktım!  Tamam, baksınlar hiçbir şey demiyorum ama yüreğinizin mihmandarı gülüyorsa kusurunuza ve o kusuru düzeltmek adına hiçbir şey yapmıyorsa kocaman bir hiç olur nazarınızda.  Sevmek kusurları düz görmektir ve o kusurları görenleri de bir nevi gömmektir. Bu yaşa kadar kusurlarımızı düz gören ve kapatan candan bir sevenimiz olmadı. Düşünüyorum da çok sevilmemişiz, hiç.

Aradan yıllar geçti. Biri ayaklarıma baktı mı istemsiz bir şekilde sağlam olan ayakkabımı yırtık olan ayakkabımın üstüne koyarım. Bir de derdimi eklerim; kahrımı, ezikliğimi…  Yıllar geçse de sağlam ve yırtık olan ayakkabılarım hep aynı kaldı bende sanki.

İnsan kusurlarını örtmeye çalışır ve bunu yaptıkça da aslında ne kadar boş bir çaba içinde olduğunu anlar. Kimse sağlam ayakkabımı görmüyordu. Herkes yırtık ayakkabıma bakıyordu. Bu yüzden yaralarınızı göstermeyin kimseye. Gerekirse ellerinizle saklayın yaranızı. Örtün kollarınızla ağrıyan yanınızı. Vakti geldi mi yaranızı teşhir ettiğiniz sevdikleriniz sizi tam da yaranızdan kanatmaya çalışacak. Yaranızdan başlayacak sizi acıtmaya. Yaranız mahreminizdir, kimseye göstermeyin. Yâr dediğiniz merheminiz olmayabilir.

Masumduk ve naylon beyaz bir ayakkabıyla mutlu olmasını bilen güzel çocuklardık. Ayağımızda yırtık da olsa bir ayakkabı vardı ve o yırtık ayakkabıyı giyecek sağlam ayaklarımız. Herkesin bakış açısı birbirinden farklıdır. Kimi ayakkabım yok diye kendisini dünyanın en fakiri olarak görüp üzülür, kimi ayakkabım yırtık diye kendisini kahredip durur, kimisi de ayakları yok diye ayakkabı giyemez ve bunu bir imtihan olarak kabul eder.

Birinin kusurunu gördüğüm zaman göğe bakarım, anlamasın diye kusurunu gördüğümü. Şarkı söylerim dili sürçen birini gördüm mü? Ayağı tökezleyen birine denk geldim mi ben de tökezlerim. Hem iyilikten maraz mı doğarmış, doğacaksa doğsun bizi iyilikten alıkoyamaz kimse! Güzellikten zarar mı gelirmiş insana, varsın gelsin hiç de güzellikle olsun zararımız.

Okuduğu kitabın kapağını gazete kâğıdıyla ciltleyen çocuklardık; sevdiğinin mahallesinde geçmeyi dahi mahcubiyet gören ve yüzleri o dakika kızaran sevdalı çocuklardık.  Yanık ekmeği sırf para buluruz diye yiyip sonra sağa sola para bulmak için bakan saf çocuklardık.  Aslında israfı önlemeye yönelik uydurulan bir yanık ekmek hikâyesi bizleri adam eden ve harcımızın çelikleşmesini sağlayan en önemli derslerdendi.

Hiç unutmam çocukluk yıllarımın bir 23 Nisan Haftası’ydı. Şiir okuyacaktım sınıfın huzurunda. Ayakkabımın teki yırtıktı ama yüreğim o yırtığı kapatacak kadar kocamandı. Bir bayram öncesi yastığımın kenarına koyduğum ve giymeye kıyamadığım canımın içi naylon ve beyaz ayakkabımdı. Şimdiki çocuklar bilemez bunu ve yaşayamaz bunun bize kattığı neşeyi. Az şeylerle çok fazla mutlu olmasını bilirdik.

Ayakkabısı yırtık olabilir insanın, çorabı. Tek kalbi yırtık olmasın, ar perdesi ve varsa eğer bir zahmet insanlığı.