Elli yaş altı olanlar ya hatırlar ya hatırlamaz…
Bugün şehir ortasına bir anıt gibi dikilmiş Çimento Fabrikası’nın tam karşısında İplik Fabrikası vardı. Devasa bir alanı kaplıyordu. Belki de küçük yaşta olmamdan bana öyle görünüyordu. Fabrikanın az ilerisinde, Orduevi’ne doğru yönde ortaokuldan sınıf arkadaşım Fikrigilin evi bulunuyordu. Fikrigilin evi ile fabrika arasında eski mahpushane vardı. Şimdi o da yok… 80 ihtilalinden sonra siyasi mahkûm gençlerin sorgusuz sualsiz avlusunda asıldığı mahpushane… İyi ki de yıkıldı.
Bir gün okul sonrası Fikri ile İplik Fabrikası’nın bahçesindeki meyve ağaçlarından nemalanmak gayesiyle dış duvarından aşıp, içeriye dalmıştık. Meyvelerin tadına keyifle bakarken, fabrika bekçisinin bize doğru koşarak geldiğini gördük. Tabi, Fikri köylü çocuğu… Duvara zıpladığı gibi diğer tarafa kendini attı ama duvar içeriden daha yüksek olduğu için ben atlayamadım, atlamaya çalışırken liralarım döküldü toplayamadım… Göz açıp kapayıncaya dek, bekçiyle yüz yüze geldik. Bana, tepeden bir bakış attı. Dedi, “oğlum sen eli, yüzü temiz bir çocuksun, Kesrig’in çağalarına benzemisin. Sen nerenin çağasısın?” Ben de “Nailbey’in çocuğuyum amca dedim, kaçıp giden arkadaşım bu mahallede otiri…” “Gel oğlum gel… Nizamiye kapısından çık, bir daha da o arkadaşan uyma.” dedi ve beni nizamiye kapısından dışarıya bıraktı.
Bu olaydan sonra bir süre konuşmadım Fikri ile… Çünkü beni fabrikanın bahçesine o götürmüş ama bırakıp kaçmıştı… Ancak küslüğümüz fazla uzun sürmedi, süremezdi. Fikrilerin evinde küplere basılı, tereyağı vardı ve ben ekmeğime “Sana” yağı sürmekten bıkmıştım.
Bu olaydan birkaç yıl sonra Kesrikli bekçi amca Nailbey Mahallesi’ne taşındı. Onu görür görmez tanımıştım. İki hayali varmış hayatta… Biri, baba yadigârı tarlada yetiştirdiği lahanaları hasat mevsiminde satıp, elde ettiği birikimleri emekli ikramiyesinin üstüne koyarak şehir merkezinde bir ev almakmış… Diğeri ise oğlunun üniversitede okuyup büyük adam olduğunu görmekmiş… Bekçi amca yüzünün akıyla emekli olmuş. Hak ettiği ikramiyenin üzerine birikimlerini koyup, Tuncay sokaktan bir daire satın almış… Oğlu da mühendislik tahsili görmüş ve aynı okulda tanıştığı zengin bir ailenin kızıyla evlenerek, İstanbul’a taşınmış… Böylelikle yaşam boyunca hayalini kurduğu her iki hayalini de gerçekleştirmiş…
Kesrikli bekçi amca, yeni mahallesine adapte olmaya çalışırken, eski dostlarını da ihmal etmiyordu. Pazar günleri kahve sohbetleri için eski mahallesine uğradığını, İplik Fabrikası’nın önünden her geçişte meşakkatli ama hiçbir zaman şikâyetçi olmadığı geçmiş günlerini yâd ettiğini söylüyordu.
Onun hayat öyküsünü kavrayacak kadar uzun süredir tanıyanlar, ona büyük saygı duyuyordu. Bekçi amca, eski mahallesinde kendini kurtarmış, değerli bir büyük olarak ağırlanıyordu. O ise bu durum karşısında kendi hayatını kendisinin yazdığını hissediyor, toplumsal hiyerarşinin alt basamaklarında geçen bir yaşamı olduğu halde, şahsına duyulan bu saygı kendisine özgüven sağlıyordu.
Oğlu ise yakaladığı başarı sayesinde ekonomik olarak toplumun iyi bir diliminde yer almış, inanılmaz bir dikey yükselme ile sınıf atlamıştı. Babasının yaşam tarzına saygı duymakla birlikte, kendi başarısını risk almak ve bir yere bağlı kalmamak olarak kodlamıştı. Bir iş yerine ve bir semte bağlı kalmayıp adeta seyyah bir insan haline gelmişti. Bir ayağı yurt dışında diğer ayağı yurt içinde iş icabı gezip duruyordu. Oysaki babası, ne zaman emekli olacağını, emekli olunca nerede oturacağını biliyordu. Onun yalın ama asla basit olmayan yaşamında bu gibi düşüncelerin hiç yeri olmamıştı.
O yıllar, baba ve oğlun yaşamlarına gıpta ile bakıyordum…
Her iki hayat hikâyesi de başarılı görünüyordu. Ömrünü bir fabrikada bekçilik yaparak geçiren, bu şekilde ev sahibi olup, çocuk okutan Kesrikli baba da başarılıydı, inanılmaz bir dikey yükselme ile sınıf atlayan oğul da… Her iki hayat farklı görünüp, farklı yaşansa da…
Oysaki Kesrikli Baba, hayatta kalabilmek için yıllarca dur duraksız çalışmış, fabrikayı beklemekten ve çimento fabrikasının çevreye zehir yaymaya başlayıp bağı, bahçeyi, tarlayı talan edene kadar lahana yetiştirmekten başka hiçbir şey yapmamıştı. Ne bir şehir, ne bir ülke gezebilmiş ne de bir sanata meyletmişti. Gölcük Sineması’nda bir kez olsun film izlememişti, Cumhuriyet Parkı’nda konsere gitmemişti, tiyatro salonunu hiç görmemişti. Kendi kültürel sermayesine zerre yatırım yapamamış, ihtiyar bir adam olduğunda işinden başka anlatacak bir hikâyesi olmamıştı. Nihayetinde ölüm vaki olmuş, geride kalan birkaç yakını tarafından Kesrik Mezarlığı’na defnedilmişti.
Oğul ise yenidünya düzeni metaforunda bir hayat kurmuş ve sürekli iş değiştirmişti. Bu da onun bir türlü sosyal çevre kuramayışına neden olmuştu. Mahalleli olamamış, dostluk kuramamış, risk, kriz, analiz kavramları etrafında bir hayat kurarken sadakat, bağlılık, fedakârlık, erdemlik kavramlarına yabancılaşmıştı… Mahalleli olmaktan, dostluk kurmaktan, sadakat, bağlılık, fedakârlık gibi kavramlardan emareler bulacağı eski mahallesinin ismi Kızılay’a evrilmiş, evler, konaklar, sokaklar el birliğiyle yok edilmişti. Çocukluğuna dair ne bir yer ne de bir anı kalmıştı. Şehrine ve mahallesine yabancılaşmış, daha da vahimi Plotinos’un deyimiyle kendine yabancılaşmıştı…
Tıpkı bizim şehrimize, mahallemize, sokağımıza, dostumuza, arkadaşımıza ve kendimize yabancılaştığımız gibi…