Peki neyi buluyoruz?

İçimizde bir fıtrat, vicdan ve sağ bir duyunun, yanının olduğunu!

Gündelik hayatta insanoğlu her yanlış yaptığında bu yanından birtakım sesler duyar. İşte o ses arz ettiğim ve “gâlu bela” dediğimiz sestir ve bu ses “Allah var, ölüm hak, bu yaptığım yanlış” diyen sestir!

Bu ses kelimelere dökülmemiş ama iç dünyamızda yankılanıp duran iyiliğin, merhametin, adaletin, fıtratın, vicdanın ve diri, canlı, ölmemiş, yaşayan meleke anlamına gelen sağduyunun sesidir.

Allah, insana işte buradan gün boyu, her an seslenip duruyor. Müslüman ise işte bu sesi duyan, ona kulak veren ve bu sesin işaret ettiği koşulsuz sevgiyi, katıksız merhameti, amasız adaleti yaşadığı çağın göğsüne ilmek ilmek nakşeden kişi oluyor. Demek ki vicdan dediğimiz şey Rabbin nefesinin yani sevginin, merhametin ve adaletin sesi oluyor.

Hz. Peygamber bunu kendi içinde buluyor ve o buluş ile açılan kapıdan Allah ona fısıldıyor yani vahyediyor. Kur’an ise bu vecd ile açılan kapıdan gelen vahiylerin toplandığı kitabın adı oluyor.

Demek ki “ne zamandan beri Müslümansın?” sorusuna verdiğimiz “galu beladan beri” cevabını değiştirmek gerekiyor.

Peki, ne diyeceğiz?

“Fıtratımın ve vicdanımın sesini dinlediğimden beri; yani ruhumun derinliklerinde yankılanan o sese kulak verişimden bu yana Müslümanım!”

Bu yüzden makale ve eserlerimde ısrarla hep haykırıyorum;

Şahsi çıkarlarınız kalbinizdeki Allah korkusu (O’nun sevgisi ve rahmetini kaybetme korkusu), hesap endişesi ve vicdanınızın önüne geçmişse kalbinizdeki hükümdarın adı Allah değil şeytan olmuştur.

Peki vicdan nasıl kirleniyor ve biz “o sesi” ya içimizin derinliklerinde kaybediyoruz ya da duymaz hale geliyoruz?

Farkında olsak da olmasak da Kitabullah’ın Lat diye andığı “gücü” hepimiz derinden arzuluyoruz. Ona kavuşunca da bağımlı ve esir hale geliyoruz. Bu yüzden de hayatımızı ve ilişkilerimizi inanç, ilke ve değerler değil; güç ilişkileri, güç korkusu ve güç arzusu şekillendiriyor.

Bu yüzden değil midir ki; gönül coğrafyamızdaki vicdan toprağımızın sevgi yağmurları ve merhamet güneşi ile koşulsuz tüm yaratılan için bu dünyadaki cenneti inşa etmesini tüm zerrelerimizle arzulasak da; ekseriyetle kudreti aradığımız, dillerimizde “adalet, hakikat, merhamet” gibi ulvi söylemler olsa dahi, güce ve güçlüye olan meylimiz; bazen güçlü olduğu için sevdiklerimiz, bazen de sevdiklerimizi ısrarla her konuda güçlü ve yenilmez görmek istememiz ve en acısı da taklidi bir maneviyata sahip olmamız nedeniyle, şehitlerinin başlarını vererek kaldırdıkları bu mümbit coğrafyanın izzetini ve şerefini yok etmeye çalışan, küçücük hırslarının ardında yitip giden kayıp zamanların insanlarının değirmenine su taşıyoruz.

Oysa ki niyet okumaya ayırdığımız enerjiyi anlamaya, yorum yapmaya harcadığımız zamanı okumaya, slogan atmaya kullandığımız motivasyonu üretmeye çalışsak yani içimizdeki “o sese kulak versek” emin olun ki başta kendi aile efradımız olmak üzere ilkin mahallemiz, sonra köyümüz, ilçemiz, ilimiz ve akabinde ise ülkemiz ve dünya cennete dönecek.

Zira inanın ki bütün mesele, “içimizdeki o sese kulak kabartıp”; şartlar ne olursa olsun dürüst, temiz, pırlanta gibi bir hayat yaşamak; bugün acaba kime iyilik yapabilirim, kimin içinde bir ümit ışığı, bir güzellik uyandırabilirim; kimin derdini, sıkıntısını paylaşabilirim, kimin yüzünü güldürebilirim düşüncesi içinde olabilmektir.