“Ne zaman memleketimi düşünsem, sürü sürü kuşlar havalanıyor içimden.”

Kış mevsiminin ortalarındaydık havanın çok soğuk olduğu bir gündü.  Karlar altında sislerin içinde  tarihin izlerini belki de en iyi yansıtan yerlerden memleketim, toprağım Harput’taydım. Tarihi çok eski devirlere dayanan güzel Harput. Konumu itibariyle tarihinde hareketli bir merkez olan Harput, farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış bir vilayet. Kiliseleri, havraları, camileri ile hoşgörünün adresi olmuş. Tarihinde çeşitli yabancı kolejlere de ev sahipliği yaparak ilim ve bilimin merkezi olmuş. Harput’a girdiğinizde iki yana sıralanmış eski Harput evleri karşılar sizi. Böyle tarihi yapıları görünce eski dönemlere ışınlanmamak elimde değil. Naşide Gökbudak’ın anneannesinin hayatını kaleme aldığı “Sıdıka Hanım” kitabı ile Harput’un mazisine gitmek benim için çok da zor olmaz. Tarihi yönü çok çok öne geçen beldelerde o bölgenin ruhunu yaşamak adına geçmişle içimde bir köprü kurarım. Düşünürüm bu topraklarda hangi beyler ya da ağalar hüküm sürdü, kimler bu evlerde oturdu, kimler şu taşlı yollardan yürüyüp geçti.

Sıralanan eski Harput evlerini geçip de yol boyu solumda uzayan dükkânlara bakınca Harput’un çok fazla milletten insanı barındıran tarihine gider, dükkânların eski sahiplerini anımsamaya çalışırım. Hemen önümde çeşitli yemenilerin ve süs eşyalarının satıldığı dükkâna adım atarken türlü düşünceler hayalimde canlanır. Kapıdan içeri adımımı atarken aslında o adımı şu an ki zamandan geçmişe atmış olurum. Kimdi bu dükkânın eski sahibi diye düşünür ve tahminler yürütürüm. Agop’un muydu, Mehmet’in mi yoksa? Belki de Artin’indi ya da Hasan’ın… Şu sokaklarda hangi çocuklar seksek oynamıştı. Fatmalar mı? Sofiyalar mı? Kimler geldi kimler geçti? Ne dostluklar ne sevdalar ne acılar yaşandı. Dili olsa da konuşsa şu yollar, şu duvarlar, şu evler… Neler anlatırlardı bize kim bilir? Mesela komşu Hayriye teyze evinin yan kapısında oturan Monicalara evde pişen çorbadan götürmedi mi? Hastalıkta, dertte tasada beraber birbirlerine yaren olmadılar mı? Çarşı pazarda kol kola yürüyüp alışveriş yapmadılar mı? Ermenilerin bir dönem yoğun yaşadığı bu topraklarda aklıma “zorunlu göç” düşer. Erzurum Van ve en nihayetinde memleketim Harput aklıma gelir. Bu göç öncesinde yaşanan kanlı olayları hayâl ederim. Birbirine kırdırılan birlik ve beraberlik içinde  mutlu yaşayan insanların dramını. Evinden çıkarken kör kurşunlara hedef olan Ali gelir aklıma. Başka bir köşede kanlar içinde yatan Vartanuş’u düşünmeden edemem. Yüreğimi sızlatan gerçek fakat bir o kadar da sıra dışı olan hikâyeler içimi derinden burkar. Ayrılıklar, ölümler, yaşanan acı dolu günler…Ah canım memleketim, canım ülkem bu topraklarda özgürce ve kardeşçe barış içinde yaşamaya hiçbir zaman izin vermediler. Sanırım hiçbir zaman da vermeyecekler. 

Cahit Sıtkı Tarancı’nın şu dizeleri ne de güzel anlatır:

 “Memleket isterim

Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;

Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.”

Gözyaşımın buğusunda karlı yollarda ilerlerim. Sislerin içinden selam verir Sara Hatun Cami. Tarihi Artuklulara kadar uzanan huzurun adresi.. Yol beni çok daha eski tarihiyle  uhrevi mabed Ulu Cami’ye götürür. Harput’un en eski camilerinden biri. Yığma taştan inşa edilen eğri minaresi ve dikdörtgen şeklindeki üstü açık avlusuyla beni zamanda yolculuğa çıkaran mimari şaheser. Ulu Cami'yi arkama alınca önümde uzanan geniş ovaya bakar, aziz diyar Elaziz’e hakim konumuyla geçmişe tanıklık eden Süt Kalesi’ni görürüm. Harcında dönemin kuraklığı sebebiyle su bulunmadığı için süt kullanılan nice kuşatmalara boyun eğmemiş görkemli kale… Kaleyi ardımda bırakıp, Harput sokaklarını arşınlamaya devam edince her sokakta muhakkak bir türbe beni karşılar. Bu yüzden evliyalar yatağı Harput diye anılır ya. Dilden dile dolaşan farklı efsaneleriyle ünlü Arap Baba Türbesi. Mansur Baba, Beşikli Baba, Üryan Baba gibi, daha nice evliyaların türbeleri Harput’un manevi havasını oluşturur.

Harput’un arka yamaçlarına doğru arabayla yol alınca göz alabildiğine uzanan  üzüm bağlarını görürsünüz. Üzüm bağlarına bakarken meşhur üzümler, cevizli orcikler, pestil, kuru dut ve çedene kahvesi gelir akla… Sonra “Harput Mutfağı”nı hatırlarım. Harput köftesini, taş ekmeğini, gömmesini, lobik çorbasını, sırınını ve daha nicelerini…

Artık dönüşe geçerken kulağımda sanki derinden gelen bir ud sesini, kanun sesini, tambur sesini duyar gibi olurum. Hüseyni makamından Muhayyer makamına geçiş yapar gibi… Harput’ta bir kürsübaşı toplantısı hayalimde can bulur. Eski Harput evlerinde kış mevsiminde kullanılan adeta soba görevi yapan özel olarak düzenlenmiş kürsü etrafında ısınan, sohbet eden, eğlenen insanları düşünürüm.

Harput kültüründe düğünlerin vazgeçilmezi Çaydaçıra oyunu. Çaydaçıra oyununun ortaya çıkışıyla ilgili çok farklı hikâyeler rivayet edilir. Bunlardan bir tanesi şöyledir. Eski dönemlerde bir köyün ileri gelenlerinden birinin oğlu evleniyordur. Düğünde yenilir, içilir, günlerce eğlenilir. Artık düğünün son gecesidir. Eğlence olanca coşkusu ve güzelliği ile devam ediyordur. Aniden ay tutulur. Bu olay pek hayra yorulmaz. Düğüne katılanlar bunu uğursuzluk olarak yorumlar ve davetliler tedirgin olur. Düğünün neşesi kaçar, coşkusu donar. Damadın annesi bu duruma çok üzülür. Ne kadar mum varsa köyde toplatır, tabaklara dizer ve orada bulunanların ellerine tutuşturur. Kendisi de başa geçerek mumların ışığında oynamaya başlar. Çalgıcılar hemen bu oyuna uygun bir müzik bulur ve misafirler coşar, eğlence devam eder. İşte Çaydaçıra oyunu ve melodisi böyle ortaya çıkmıştır.

Harput’un karlı yollarından sisler içinde geçerken geçmişle gelecek arası bir zamanda yolculuğum sona ermişti. Tüm bu hissiyatımın sebebi ise geçmişe duyduğum özlemdi. Ve araba aziz şehir Elaziz’e doğru yol alırken radyodan içime işleyen bir türkü yükselir. “Harput’un üstünü duman sis almış. Benim şu gönlümü dert elem sarmış” Oğuz Aksaç’ın seslendirdiği bu güzel türkü ile Harput’u ardımda bırakmanın özlemini ve hüznünü derinden yaşarım.