İnsanların üzerini saran keskin bir koku! Kime baksak göreceğimiz bir silüet! Duy beni!

Merhabalar bu hafta köşemde “Duy beni !” üzerine birkaç kelam etmek istedim. Nereye baksak sesini  duyurmaya çalışan içini dökmeye çalışan birileri. Nereye gitsek kendini göstermek, kanıtlamak için uğraşıp duran birileri!

Aslında hepsinin tek bir sebebi var “Duy beni !” diyorlar duy beni!

Kendini göstermek, içini dökmek birilerinin onları anlamasını istemek belki de tek dertleri. Zira meydan insanların anlaşılmadığı, görülmediği, duyulmadığı bir meydan! Meydan kimin kimseden haberinin olmadığı bir meydan!  Bu yüzdendir bu kadar “Duy beni !” çığlıkları…

Hatta ve hatta insanlar, o kadar çok anlaşılmak istiyorlar ki kimi zaman kendilerine yakışmayacak şekilde dikkat çekmek için dibe batıp çıkmayı göze alıyorlar.

Yeter ki birileri onları görsün birileri onları fark etsin! Halbuki acınacak bir durumdur bu. Zira birilerinin bizi anlaması için neden bu kadar kendimizi göze batıralım ki neden ben buradayım diye bağıralım ki! Bizi görmek ve duymak isteyen elbet görüp duyacaktır. Bizi anlamak isteyen için kelimelere bile ihtiyacımız olmayacaktır. Çünkü anlamak, kelimelerin çok daha ötesinde olan bir kavramdır! Çünkü anlamak, bir insanın varlığını her daim bilmektir hem de kanıtlamaya ihtiyaç duymadan. Başka bir pencereden bakarsak eğer insanların da haklı olduğunu göreceğiz; bu kadar bencil bir yaşamın hâkim olduğu dünyada elbet kendilerini göstermek buradayım demek için ellerinden geleni yapacaklardır.  Zira toplum bize bunu aşılıyor. Sen de herkes gibi ol sen de onlara benze ve sen de herkes gibi sesini duyurmak,  buradayım demek için bir şeyler yap diyor. Belki de tüm çırpınışlar bu yüzdendir!

Çok isterdim kimsenin kimseye sesini duyurmak dikkat çekmek için bir çaba göstermemesini; insanların birbirine bu kadar benzemek için koşturmamasını. Her insanın kendine has olmasını, bencil değil aksine anlayan dinleyen insanlar olmasını çok isterdim. Herkesin birbirini bildiği, görülmek için bu kadar çaba sarf etmediği bir dünya isterdim! Hem de ne çok isterdim! Bu cümleleri yazarken kulaklarımda Adil Erdem Beyazıt’ın şiiri çınlıyor;

Dünyanın en uzun hüznü geçiyor

Yorgun ve yenilmiş insanlığımızın üstüne

Kar yağıyor ve sen gidiyorsun

Ağlar gibi yürüyerek gidiyorsun

Belki bulmağa gidiyorsun kaybettiğimiz

O insan ve tabiat çağını

Dön bana ve dinle!

Kuşlar uçuşuyor içimde!

Loş bir keman solosu gibi

Kuşların uçuştuğunu içimde

Dön bana ve dinle!

Karanlık denizlerin dibinde

Birtakım incilerin olduğunu

Birtakım incilere ve hatıralara

Neden bağlı olduğumuzu unutma!

Duy beni ve dinle!

Denizler boğuşuyor içimde

Unutma diyorum ama sen anla

Anlat bizim de yaşamak istediğimizi onlara!

Sözlerimi bitirmeden evvel tıpkı şiirdeki gibi “duy beni ve dinle “ demek istiyorum tüm insanlık adına! Duy beni ve dinle!

Bizi anlayan insanların etrafımızda olduğu, kendimizi başkalarına benzetmeden yetiştirdiğimiz ve sesleri duyan, insanı gören yürekler olduğumuz nice güzellikler diliyorum hepimize!

Kalın sağlıcakla.