Sağlıklı olarak dünyaya gelmiş bir çocuk düşünelim. Açlık çekmiyor ve sadece hastalandığında tedavi olmak için değil, daha anne karnına düştüğü andan itibaren düzenli bir sağlık hizmeti alıyor.
Daha üç aylıkken annesi mevcut yaşam koşullarından kaynaklı çalışmak zorunda olduğu için ondan koparılıp anneanne, babaanne, bakıcı ya da kreşe emanet edilmiyor. Yaşının gelişim özelliklerine uygun ve kamusal bir hak olarak bir plan dahilinde ihtiyaçları karşılanıyor.
Okul çağı geldiğinde nitelikli ve bilimsel bir eğitim hizmetine “bedelsizce” erişiyor. Sınav yorgunu olmadığı için, yaşadığı dünyayı yaşına uygun olarak derinleşen bir şekilde anlama imkânına sahip olarak hayatının her safhasını, özellikle de çocukluğunu doya doya yaşıyor.
Yaşı büyüdükçe insanlar arasında renk, dil, cinsiyet, mezhep, sınıf gibi ayrımların ‘pompalanmadığı’ bir ülkede nefes alıp verdiğini öğreniyor.
Eğitim hayatının sonunda; edindiği mesleğini veya yeteneklerini, yaşıtlarının önüne geçip iş sahibi olmak için değil, öğretilen değerlerin ışığında yeşerdiği ve bu değerlerin göğsünden süt emerek ruhunu beslediği için toplumun ihtiyaçları için kullanıyor.
Çalışmanın, üretmenin, işe yaramanın ‘bedensel bir engeli olmadığı sürece’ her insan için hem hak hem de yükümlülük olarak görüldüğü bir toplumda yaşıyor. Kendi türü dışındaki canlıların doğanın bir parçası olduğu ve onların da yaşam haklarına saygılı olması gerektiğinin farkında.
Değer görmek, değer vermek, kendi türü içinde eşit olmak, paylaşmak, dayanışmak gibi ‘insanı insan yapan’ vazgeçilemez değerleri yalnızca hayâllerinde görmüyor.
Toplumu ayakta tutan en önemli unsur olan adalet kavramını, sadece kitaplardan veya uygulan(a)mayan hukuk metinlerinden okumuyor. Bunların bizzat içinde yaşıyor.
Hal böyle olunca insan ilişkileri de doğal olarak başkalaşıyor.
Ne maddi olarak kendisine muhtaç gördüğü "çaresize" diklenebiliyor; ne de yaptığının cezasız kalacağı güveniyle hareket edebiliyor. Çünkü içine kodlanan vicdan çipi, yüreği için bir pusula işlevi görüyor.
Bu pusulanın rehberliğinde; bir nesneyle, bir insanla veya başka türdeki bir canlıyla, sahiplik üzerinden ilişki kurmuyor. Zira içinde yaşadığı koşullar buna gerek ya da fırsat bırakmıyor.
Yaşadığı ülkede temel ihtiyaç kalemlerinden tutun da kültür ve sanata kadar nitelikli her türlü hizmete erişimi asgari seviyede de olsa mümkün. Üstelik bunun için bir metropole sığışmak zorunda da kalmıyor. Çünkü tüm bu hizmetler aynı nitelikte ülkenin her yanına ulaşmış durumda.
Ulaşım hizmetlerinde insanların leblebi gibi öldüğü; ihmal, denetimsizlik ve liyakatsizliklerin adına kader dendiği; deresine, tepesine, havasına, suyuna zehir akan bir coğrafya çok eskide kalmış.
Bir avuç sömürücü muktedirin “istihdam sağlıyor” diye kutsandığı zamanlar geçip gitmiş. Zira insanın ve doğanın zenginlikleri, patron sınıfının hükümranlığından çıkarılıp planlı ve programlı bir şekilde bütün topluma tahsis edilmiş.
Makul bir mesai süresince ve insani koşullarda hayatta kalmak için değil toplum için çalışıp, üretiyor. Yaşadığı çağa olan borcunun erincinde biri olarak hedefi, kendinden sonraki nesle güzel bir gelecek bırakabilmek!
Çalışma dönemi geçip de yaşın ilerlemeye başladığı dönem geldiğinde ise, her türlü ihtiyacın yine kamusal olarak giderildiği, mali yük olarak görülmeden ve toplumdan dışlanmadan yaşanacak uzun "emeklilik" yılları başlıyor.
Yaşam süresinin bilimsel planlamalar ışığında uzadığı, olur da salgın filan yaşanırsa ilk gözden çıkarılan topluluk olarak görülmeyeceğin zamanlardan sonra yaşam döngüsünün tamamlandığı bahtiyar bir ölüm ile de arkasında “hoş bir sada” bırakarak dünya sahnesini kapatıyor.
Şimdi soruyorum:
Bu saydığım koşullarda cennet yaşanmaması mümkün mü?
Ya da böylesi bir coğrafyada kötülüğün hüküm sürmesi ve siyahını günden güne artırmasının imkân ve ihtimali var mı?
“Hayır” dediğinizi duyar gibiyim!
Ama, özellikle de kayıtsızlığın değdiği hemen her şeyi taş yığınına çevirdiği ve yaşantının cılızlaşarak anlam derinliğini günden güne yitirdiği bu çağda, tüm bu saydıklarımın “ütopik bir kurgu” olduğunu biliyorum.
Ancak, inandığımızı iddia ettiğimiz kadim değerlerin ve ilahi öğretinin “darüs-selam” dediği barış ve esenlik yurdunun işaret ettiği dünya, tam da andığım gibi bir dünya ve bu dünyanın inşa edilmesi için iman iddiasındaki her birey bunun için görevlendirilmiş, böylesi bir dünyanın inşası için ısrarla bilinç ve farkındalığa davet edilmiştir.
Bu yüzden de hep söylüyorum; iyilik ve güzellik bu dünyanın mayasıdır!
Bugün, yeryüzünün hemen her bir karesinin masumiyeti, bizim yapıp ettiklerimiz nedeniyle kirlenmişse de dünya er ya da geç asli mayası olan iyilik ve güzelliğe dönecek; bunu engellemeye de hiç kimsenin gücü yetmeyecektir.
Evet, kabul etmek gerekiyor!
Kötülüğün siyahı karşısında yüreklerimizin direnişine en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde görüyor ve anlıyoruz ki; ihanet ve kötülük Kabil’den beri pusuda bekliyor ve insan hayatının kutsallığına kast ederek bizim pasifliğimiz yüzünden zulmünü icra ederek karanlığın siyahını artırıyor!
Çünkü bugünkü yaşam gailesi ile birlikte modern çalışma düzeni ve kültür emperyalizmin (teknolojik erkleri de arkasına alarak) kurduğu arzu ve algı imparatorluğu sayesinde, insan ruhu aslından adım adım uzaklaştırılarak ‘en kaba tabirle’ emilip posaya çevriliyor.
Yaşadığımız çağda nerdeyse tüm dünyayı dizayn eden ve bilginin gücünü elinde tutan muktedirler; bunu başardıkları ve ‘yaşamı yaşam kılan’ asli değerler çok hızlı bir şekilde asimile edildiği için de bugün mutluluğun kaynağı veya hayatın anlamı deyince aklımıza sadece sahip olduğumuz maddi değerler geliyor. Zihnen köleleştiğimiz için de sahip olduğumuzu sandıklarımızı bir yaşam vererek satın aldığımızın ama bu alışverişin aleyhimize olduğunun yazık ki farkına dahi varamıyoruz.
Çünkü çağın benliklere diretilen mottosu belli; “Zamanını, emeğini, yürek terini hatta ait olduğun köklerle beslendiğin ruhunu sat! Bu alışverişin karşılığında; büyük büyük evlerin, arabaların, sayısını senin bile unutacağın eşyaların olsun!”Bu hırs nedeniyle, bugün eskiye oranla ulaştığımız maddi refah, bizim için bir mutluluk parametresi olarak görünüyor ama gelin görün ki içimizde bir yerlerde derin bir anlam açlığı ile yaşan(a)mayan bir hayatın eksikliği hep var. Çünkü başımızdan aşağı sürekli imgeler yağan ve kronolojik zamanın biyolojik saatleri hızla çevirdiği bu paslı iklimde, baş döndürücü bir değişimin rüzgârları; bize ait olan, bizi ruh köklerimize bağlayan ‘ne varsa’ önüne katıp götürüyor ve yaşadığımız bu hız, artık köklerimize tutunmamıza dahi engel oluyor. (Devam EDECEK)