Çünkü öfkelerimizin ateşli topları önce içimizde patlıyor; nefretlerimizin zehirli okları başkalarına ulaşmadan önce bizi zehirliyor; kötülükler, dışa vurduğumuzdan çok daha fazla içimizde kökleşiyor. İçimizde kök salmasına izin verdiğimiz bütün bu kötülüklerle hayatı ve onun bize sunduğu anlamı yavaş yavaş yok ediyoruz.
Bu sevgisizlikten olsa gerek ki toplum olarak öyle bir hale geldik ki, her gün bir avcı edasıyla üstelik saatler harcayarak yalancıları, sahtekârları, dolandırıcıları, ahlaksızları, yozları, yobazları, menfaatçileri, ikiyüzlüleri ve günün ihtiyacı olan bütün kötüleri bulup yakalıyor, yargılayıp teşhir ediyor, aşağılıyor, lanetliyor, linç ediyoruz.
Ulaşmamız gereken her şey, bizden artık bir “tık” kadar uzakta çünkü. Özellikle artık yaşantılarımızın vazgeçilmezi haline gelen sosyal medyada yarattığımız “klavye mücahitliğimiz” ile nefsimizi haklı çıkarmak adına anında bilgiye, ayete, hadise, ulaşıp tevil amaçlı mesajlar “çarpıştırıyoruz.”
Üstelik bunu yaparken herhangi bir anımızda yanılıyor, haksızlık ediyor, bir iftirayı büyütüyor olabileceğimiz ihtimalini hiç aklımıza getirmiyor; üstlenmekte olabileceğimiz vebali ise umursamıyoruz.
Herkesin kötüsü “bir başkası” olduğu için, olası bir kötüyü veya kötülüğü iyiye, iyiliğe çevirmek adına bir çabamız da olmuyor; herkes bütün mesaisini bir başkasının kötülüğünü yakalamaya harcadığı için iyiliği, güzelliği, inceliği yaymaya, yaşatmaya, güçlendirmeye, canlı tutmaya vakit de kalmıyor.
Sansasyonel haberler, her an güncellenen ateşli tartışmalar, sözel itiş kakışlar, günlük hayatımızdan naklen yayınlar, özelimizin genele açılmasına dair dokunmatik faaliyetler, dijital çöplüğe yeni çöpler katmak için ortaya koyduğumuz çırpınışlarımızın çaldığı ortak bir senfoniye çevremiz hiçbir şey yapmazlarsa da alkışlarıyla eşlik ediyor ve bu gürültüde doğal olarak içimizin gündemi kaybolup gidiyor.
Tahammülsüzlüğümüzün, halden anlamayışımızın, hiç olduğumuzu fark edemeyişimizin, gözümüzdeki dal budak dururken karşımızdakinin gözünün çapağına uzattığımız parmağımızın, sen diyemeyişimizin, birbirimize emanet edildiğimizin şuuruna eremeyişimizin, kibrimizin, riyamızın, tamahımızın, şehvetimizin, cimriliğimizin, kendimizi bir şey zannedişimizin, ben deyişimizin altında dahi sözünü ettiğim bu sevgisizlik var.
Hayır hayır, bu iş okullarda öğretilen okuma yazmayla, alınan diplomalarla olmuyor. Bu iş ana ocağında, baba evinde alınan terbiye, verilen değerler eğitimi ile oluyor. Bu yüzden bas bas bağırıyoruz 80’li, 90’lı nesiller diye.
Neden?
Çünkü orda abdestsiz hamura dokunmayan anneler, çocuğunun boğazından haram lokma geçirmemek için didinen babalar, uykunun bile uykuda olduğu demlerde ellerini açıp tüm insanlığa gözü yaşlı dua eden ak sakallı dedeler, nur yüzlü nineler vardı.
Bugün çoğu ya yok ya da dünyanın meşgalesine, geçim telaşına düşüp onlar da unuttu bu değerleri ve sonunda da bizi biz yapan değerlerimizin köküne kibrit suyu döktük.
Kim bilir belki de bu yüzden iman ettiğimiz peygamberimizin mesajını anlamak ve bunlara tabi olmak konusundaki eksiklerimizi kapatmak için mabetlerimizin içini, dışını, kubbesi ve hatta duvarlarını en güzel şekilde süslüyor, altınlarla kaplama yoluna gidiyoruz. Şahitlik ve sahiplik edemediğimiz manevi güzellikleri başkalarına gösterip orda nefsimizi tatmin eden maddi güzellikleri arıyoruz belki de.
Hafızam beni yanıltmıyorsa “Geceye Bir Güneş Çizdim” romanımda yazmıştım;
“Biz farkına varmasak da her fırtınayı hazırlayan şartlar, mutlaka önceden birikmiştir ve fırtına bir sonuçtur. Akıl, fırtına toplanırken onu görmek ve tedbir almak için bize verilmiş bir armağandır” diye.
Yetinmeyi değil tüketmeyi bir yaşam tarzı haline getirmiş, düşünen veya sorgulayan bir eğitim sistemi yerine ezbere dayalı bir eğitim sisteminde yetişmiş, adil olmak yerine güçlü olması kafasına vura vura öğretilmiş, gücün hakta değil, hakkın güçte olduğuna inandırılmış, vicdanını nefsine talebe yapan bir toplumda sevgi yeşermez ve bu sevgisizlik toplumun da bireylerin de sonunu hazırlar.
Farkında olabilme temennisiyle…