Dili CAN’ca

Hani bir zamanlar çoğumuz komşumuzun açken tokluğunu içimize sindiremiyorduk, olumsuzluklarda kendimizi de sorumlu tutuyorduk, büyüklerimize karşı saygı adına toparlanarak sesimizi yükseltmiyorduk, şefkatimizi başka çocuklarla da paylaşıyorduk ya!

Hani biz öyle bir millettik ki en zor zamanlarda bile ayrılığa düşmeyerek bütün ihtiraslarımıza gem vuruyorduk, elimizdekilerle kanaat edip kardeşlerimizi bağrımıza basıyorduk, vatan ve milletin bekası için canımızı feda ediyorduk ya!

Hani Türklük bir semboldü. Türk olmanın bir gururu vardı. Laz’ımız, Çerkez’imiz, Arap’ımız, Acem’imiz… vardı. Farklı dillerde konuşsak da özde bir idik. Mutlulukları paylaşır, kederde hep beraber olurduk; et ve tırnak misali. Yani biz bir millet, hem de öyle bir millettik ki izzetimizi, onurumuzu her şeyin üzerinden tutup başka milletlere kahramanlığı, insanlığı, medeniyeti öğretiyorduk, özgürlüğü öğreterek adeta insan hakları dersleri veriyorduk ya!

Hani vatan, bayrak kelimesi bile duyunca yüreğimiz yerinden oynar, heyecanlanırdık ya!

Devlete ne bağlıydık. Hele tüyü yetmemişlerin hakkı denince elimizdekilerini de verirdik devlete. Kutsallarımız, silinmeyen kırmızı çizgilerimiz vardı. Hiçbir esareti sevmez doğruluk ismine öyle bir aşıktık ki ona Hak diyorduk. Hassasiyetler, hem de öyle hassasiyetlerimiz vardı ki!

Hani bedenimizi insanlığa siper edercesine kalbimiz, duygularımız cüzdanımıza ve ihtiraslarımıza hâkim oluyordu ya!

Bize ne oldu?

Elbette ki iyi ile kötü, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin hep yarış hainde olmuş ve olacaklar da. Ama bu mağlubiyetler serisi neden, neden hiç değilse eşitlik çemberine yaklaşamıyoruz ki?

Oysa ilköğretime devam eden çocuklarımız doğruluk, çalışkanlık, büyüklere karşı saygı, küçüklere karşı sevgi için her gün yemin ediyorlar, ama neden yeminin gereklerini yapamıyorlar? Bizler de bu yemini etmiştik, ama bu yemine ne kadar sadıktır dünün büyükleri?

Zincirleme yaralanmalar, hırsızlıklar, kargaşalar, haksızlıklar, zulümler, vahşetler, katliamlar, facialar, cinnetler, savaş sahneleri, vaveylalar, feryatlar, gözyaşları, hasretler, aldatmalar, ihanetler… Bunlar geneli ifade eden kelimeler.

Ya çöplüklerde ekmek arayan manzaralar. Belki de bu onurlu ve duygularını kaybetmeyen bir davranış. Ya ağlayan çocuğu öldürürcesine dayak atmalar, küçük çocuklara tecavüzler, beş kuruş için metrelerce insan sürükleme tabloları, daha neler neler...

Allah’ım ne kötü sahneler!

Sanki film izlermişçesine, bir bir fotoğraflara bakarcasına bir kısır döngü seyretmekten başka bir şey değil bunlar! Acaba gözümüzü mü kapatsak, kulağımızı mı tıkasak, yoksa aklımızı ve kalbimizi mi bu manzaralardan uzaklaştırsak? O halde diğer canlılar gibi mi olsak? Yok yok bu mümkün değil. Bu mümkün olmadığına ve asıl insanlığın anlamını bilmekle her şey çözümlenebileceğine ve insan harika bir varlık olduğuna göre…

Sahi bize ne oldu?